Müslümanlık, “Kelime-i Şahadeti veya Kelime-yi tevhidi söyleyerek (Allah’a (c.c) ve Resulüne inanmakla) başlamakta, ancak burada bitmemektedir. İnsanların dağ başlarında yalnız yaşamaları mümkün olmadığından cemiyetler ve topluluklar halinde yaşamaları gerekmektedir. Yüce Allah (c.c) toplum halinde yaşayan Müslümanların uymaları gereken esasları da yine Kur’an-ı Keriminde belirtmiş, sevgili Peygamberimiz de hareketleri ve ifadeleriyle bu konuda da bizlere örnek olmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v) bir gün ashabı (arkadaşları) ile birlikte yemek yerken, ashabının (bir kaptan yemek almak için) sofranın değişik yerlerinden uzandıklarını görünce; Ümmet olan bizleri ta 1400 yıl öncesinden ikaz etme lüzumunu hissederek; “Bir gün gelecek, sizin bu kaptaki yemek üzerine üşüştüğünüz gibi ümmetimin düşmanları da onların üzerine üşüşecekler” buyurmuş. Ashaptan birisi sormuş; “Ya Resuallah, o zaman Ümmetin sayısı az mı olacak?” Peygamberimiz; “Hayır, az olmayacak. Ama onlar su üzerinde yüzen saman çöpleri gibi dağınık olacaklar” buyurmuş.
BİRLİĞİN SAĞLANMASI
Ali İmran suresi 103. ayette “Hepiniz birden Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, birbirinizden ayrılıp tefrikaya düşmeyin” buyrulmaktadır. Bu hitap fert fert bütün Müslümanlara yapıldığından, onların tek kalp ve tek vücut olmaları yani Müslümanların oluşturduğu birliğin tabii bir üyesi olması gerektiği açıkca belirtilmiştir. Hiçbir Müslüman, “Ben kendi işime bakarım, başka Müslümanların bir arada olup olmaması beni ilgilendirmez” diyemez. Aynı ayetin ikinci bölümünde hataya düşülmemesi için “tefrikaya düşmeyin” buyrularak, ayrılıklı bir yapıda olunmasını yasak kılınmıştır.
Birliğin sağlanmasının en önemli şartı, Müslümanların tek yöneticiye bağlı olmaları gereğidir. Eğer iki ve daha çok yöneticileri varsa, işte o zaman bu, iki veya daha çok kuruluşun varlığı demektir. Bu ise ayrılığın, tefrikanın en açık işaretidir. Çünkü her bir kuruluşun varlığı, ayrı birer hükmi şahsiyeti (ben de varım iddiası) doğuracaktır.
NEDEN BİRLEŞEMİYORUZ?
Bazen; “Bu kadar çok ve dağınık olmak, İslam’ın prensiplerine aykırı ise bu kuruluşlar veya devletlerin başındaki yöneticiler, Müslüman değil midir ki, anlaşarak biraraya gelemiyorlar?” bir soru aklınıza takılır. Belki ayrı ayrı kendileriyle konuşsanız, onlar da aynı şeyi söyleyeceklerdir ama birleşme bir türlü meydana gelmemektedir.
İslam’da teslimiyet esastır, insanların ve kuruluşların şartlar koşarak, bu şartların kabulünü isteyerek bir araya gelmeleri mümkün değildir.
Peygamberimiz maruf (bilinen) bir hadis-i şerifte; “Üç kişi yola çıkarsa birisi imam olsun” bir başka rivayette ise “İki kişi yola çıkarsa birisi imam olsun” buyurmaktadır. İmamlığın (başkanlığın) geçerli olmasının şartı, tabi olanın(biat edenin) imama uyması ile mümkündür. Yol kelimesi de sadece seyahat esnasında kullanılan yol olmayıp, her iş ve çalışmayı kapsamaktadır.
“Bizim mensuplarımız (bağlılarımız) çok, sizinki ise azdır. O halde biz büyüğüz, siz küçüksünüz. Siz bize katılın” gibi sözleri etrafınızdan çokça duyarsınız. Hak, sayısal küçüklük ve büyüklüğe bağlı değildir. Bir Müslüman diğerlerine başkan olmuşsa, sistem kurulmuştur, diğerleri onun safında toplanmaya mecburdurlar.
Cemaatle namaz kılan bir topluluğun yanına ilmi ve talebeleri fazla bir âlim gelse fıkhımız yapacağı şeyi açıklamış, “Ben daha âlimim diyerek yeni bir cemaat kurmak değil kurulmuş olan cemaate iktida etmektir” demiştir.
Günde beş vakit kılınan namazda “İhti nassıratal müstakiym – Bizi doğru yoluna ilet” diyen her inanan, önce kendini nefsaniyetten kurtarmalı ve teslimiyetin yüceliğine sarılarak, kendisini yasaklanmış yollara kaymasını önlemelidir.
BAĞLANMANIN FAZİLETİ
Biat, kişinin kendi rızası ile bir baş’a (idareciye) bağlanması, onun vereceği görevleri yaparken bu uğurda, parasını, ilmini, gençliğini, sıhhatini ve nefesini harcamasıdır.
Bu saydığım hususlar, Ramüz-ül Hadis kitabında; “Bir mümin kabre varınca kendisine önce emanetlerden sorulur. Bunlardan cevap alınmadıkça bir karış ileriye geçirilmez” şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Emanetler, aslıda kendimizin olamayan ve geçici olarak kullandığımız bazı değerlerdir. Bunlar; mal, gençlik, sıhhat, ilim ve nefestir.
Ne mal bizim, ne gençliğimiz, ne sıhhatimiz, ne ilmimiz ve ne de nefesimiz. Malımız ölünce vereselerimize kalmakta, geçliğimiz bir çırpıda geçip gitmekte ne sıhhatimiz sürekli olmakta, ne ilmimiz. Allah vermesin aklımıza bir şey olduğunda bırakın ilmimizi konuşmayı ve yapmayı, insanca yaşamaya bile kadir olamamaktayız. Nefeslerimiz ise zaten sayılıdır ve bir gün bitecektir.
HAK GELİNCE, BATIL ZAİL OLUR
Peygamberimiz önceleri tek başına inancını ve fikirlerini yaymaya başlayınca başta Mekke olmak üzere bütün insanlık karşı çıktı. Sonunda Mekke fethedildi ve Müslümanların eline geçti. Arkasından Arap yarımadasının fethi, Rum diyarının (Anadolu) İslam’a yönelmesi, İspanya’nın Endülüs Emevi Devletinin kurulması gibi büyük ve önemli olaylar gerçekleşti. Yani idarede Hak geldi, batıllar birer ikişer yok oldular.
İslam hayatın her safhasında;”Hak gelince Batıl zail (yok) olur” esasını koymuştur. Yani her kurum ve kuruluşta, her fikir ve harekette en doğrusu ortaya konmalıdır ki yanlışlar ortadan silinip gitsinler. Gecenin karanlığı, ancak güneşin doğması ile yok olur.
YORUMLAR