Her ideolojinin ve dinin kendi müntesiplerine (bağlılarına) vaat ettiği şey, onların mutlu ve mesut olmalarını sağlamak olmaktadır. Tabii bu iddia ne ölçüde meydana gelmiştir, işte o husus o ideolojinin (dinin) uygulandığı yerde ve uygulandığı dönemde durumu incelendiğinde ortaya çıkmaktadır.
Tarih boyunca görülmüştür ki İslam dışında hiçbir din ve ideoloji (buna son devrin baş belaları kapitalizm ve komünizm de dâhil) kendi müntesipleri dahil, kendi dışındaki insanlara mutluluk ve refah sağlayamamış, onlara anarşi, terör, ölüm, kan ve gözyaşı getirmiştir.
Çünkü İslam dışında ki bütün ideoloji ve dinlerin hak anlayışları yanlıştır ve (bünyelerinde güç odakları oluşmakta, onların baskı ve zulümleri önlenememektedir) Böyle olunca da bu dinlerin sahiplerine bile huzur ve saadeti getirememektedirler.
Hâlbuki İslam’ın inansın, inanmasın bütün yaratıkların (insan, hayvan ve bitkiler) yaratıcısının Allah olması sebebiyle onlar arasında bir tercih, bir kayırma yapmaması mümkün değildir. Allah için insanda aradığı en önemli husus “insanın inanması ve takva (her işinde Allah’ın kendini murakabe ettiğine inanarak) ile etmesi” olmaktadır.
DİNİMİZİN HEDEFLERİ
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) in devri olan Asr-ı saadetten başlayarak, Hülafay-ı Raşidin (dört halife) dönemi, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dönemleri, dünyanın huzur ve saadet dönemleri olmuştur. Bu dönemde sadece Müslümanlar değil onların idaresi altında yaşayan başta Hıristiyanlar, Museviler, Putperestler, Hindular, Güneşe tapanlar ve daha birçok ırk ve din sahipleri saadet ortamında yaşamışlardır.
Daha dün denecek kadar yakın olan (1900 yıllar) Filistin’in idaresi Osmanlılar da iken (Filistin’i çavuş rütbesinde bir asker idare ediyordu) orada yaşayan Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler arasında bir huzur ve bahar havası vardı. Ama ne zaman ki önce İngilizler, daha sonra Yahudiler orayı yönetmeye başladılar, o gün bu gün orada kan, gözyaşı ve zulüm sürüp gitmektedir.
Dinimiz, koyduğu kural ve kaidelerle, yaptığı teklif ve tavsiyelerle ona inananları ve onun gölgesi altında yaşayanları bir hedefe doğru götürür. Yazımın başında da belirttiğim gibi fert, toplum ve sistem olarak birini diğerine tercih etmenden onları, varması gereken en üst derecelere erişmelerini sağlar.
İdeal insan ve Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) her sahada uygulamaların inançlara uygunluğuna nezaret etmekte ve takip etmektedir.
İSLAM’IN FERTLERDE HEDEFİ
Onları cehaletten (Allah’ı inkâr ve şirkten) hidayete geçmelerini sağlamak, ilimle mücehhez kılmak, nefis terbiyesi ile bütün zorluklara karşı sabırlarını (direncini) artırmaktır.
Müslüman, ilimde yenilikleri takip eden ve onun, “Çin’de olması halinde bile onu oradan almayı” bilen, onu tüm insanlığı istifadesine (faydasına) sunan insandır.
Nefis terbiyesinde ise onları öyle bir noktaya çıkartmaktadır ki, insanlığın dünya ve ahirette saadetinin temini için, malını, gençliğini, sıhhatini, ilmini ve nefesini harcarken olduğunca cömert davranmalarını sağlamaktır. Yoksa kimseye faydası olmayan bir nefis terbiyesinin onu yapmaya çalışan insana bile bir fayda sağlamayacağı açıktır.
Böylece fertlerin, (hayırlı birer insan olarak) bir taraftan “elinden ve dilinden kimsenin zarar görmemesini sağlarken” diğer taraftan da “insanların hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hükmüne uyarak çalışmalarını sağlamaktır.
Bir düşünelim bakalım, her şeyi kendi menfaatini (çıkarını) düşünerek yapan insanların bulunduğu toplumlar mı mutludurlar? Yoksa kendi çıkarları bir tarafa, insanların mutluluğu için kendi imkânlarını (vakıflar kurarak, hayırlar yaparak, sadakalar vererek, cihad ederek) tahsis edenleri bulunduğu toplum mu daha mutludurlar.
Peygamberimiz bir gazaya (savaş) çıkacağında; “cihad için mal verin” dediğinde Hazreti Ömer (r.a) malının yarısını getirip koyarken, hazreti Ebu Bekir (r.a) malının tamamını getirip koyuvermişti. Sonra da Peygamberimizin; “Geriye (çoluk çocuğunu) ne bıraktın, Ya Ebu Bekir?” demesi üzerine; “Onlara Allah ve Resulünü bıraktım, yetmez mi, Ya Resulallah…” deyivermişti.
Fedakârlığın bu kadar büyük boyutlarda olmasının tek amacı vardır. O da (verdiğimden çok parayı kazanayım için değil) “Yeryüzünde fitneden eser kalmaması ve bütün insanların dünya ve ahiret saadetine erişmesi…” için yapılmasıdır.
İşte İslam, bağlılarına bu kadar büyük bir ideal verebilen yegâne (tek) dindir.
Zamanımızda ilim ve nefis terbiyesi kurumları ayaktadır, çok şükür. Âlimlerimiz ve Şeyh efendilerimiz Allah resulünden gelen bu mirası (Âlimler peygamberlerin varisleridir hükmünce…) kendilerinden yararlanmak isteyen insanlara aktarmaya çalışmaktadırlar.
TOPLUMDA HEDEFLER
İnsanların bir arada yaşamasına, toplum denmektedir. Zira insanlar tek başına yaşamak ve bütün ihtiyaçlarını kendi başlarına karşılamaktan acizdirler. Toplumda yapılan iş bölümü ile değişik meslek dalları oluşmuş, her bir meslek dalının eserlerini ortaya koymasıyla da insanların sayısız ihtiyaçları karşılanmıştır.
Tarih boyunca toplumlar ya iyiye, doğruya, güzele alet olmuşlar insanların mutluluğunu sağlamışlar ya da kötüye, yanlışa, çirkine alet olmuşlar tesirleri altında yaşayan insanları büyük zulümlere uğratmışlardır.
Hemen şunu belirtmem gerekir ki insanların bulunduğu yerde yani toplumlarda “siyaset ilmi ve uygulamaları” ortaya çıkmaktadır. Çünkü siyaset, yeni adıyla politika, “İnsanlara sevk ve idare etme sanatıdır”
Şu kadar ki insanların mutluluğu veya mutsuzluğu siyasetin kalitesini gösterir. Eğer uygulanan siyasetle insanlar mutlu olmaktaysa o siyasete “Hak siyaset” denmekte yok eğer insanların mutsuzluğu söz konusu ise o siyasete “Batıl siyaset” denmektedir.
Zamanımızda insanımız ve özellikle de Müslümanlar, siyasetten kaçmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki siyasetten kaçmak mümkün değildir. Onlar, Peygamber ve Hulefa-i Raşidin’in (dört halifenin) yaptıkları “siyaseti” yapmalı, kesinlikle her işlerinde adaletten ayrılmamalıdırlar. Çünkü “El adl-ü esasül mülk yani Adalet, mülkün (idarede olabilmenin) temeli” olduğu unutulmamalıdır.
YORUMLAR