Reklam
Reklam
HİCRETİN ÖNÜ VE SONU
Nevzat LALELİ

Nevzat LALELİ

HİCRETİN ÖNÜ VE SONU

27 Temmuz 2015 - 12:46

Bundan önce bu konuda yazdığım dört yazının bir özetini yapıp, konuyu bazı örneklemelerle tekrara ele alırsak, her bir insan kendi başına bir nokta gibi olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu noktaların kendi dışında hiçbir varlık ve hareket göstermeye güçleri yetmemektedir. Durağan bir nokta sadece yemek, içmek, şehvetini tatmin etmek gibi iptidai hareketleri yapabilir. Önce bu noktanın kendi çapında bir hareket göstermesi sağlanmalıdır.

Veya insan, deniz kenarında bulunan kumsalda ki her bir kum tanesi gibidir. Ayağınızı üzerine basarsanız dağılır gider. Bunların yük taşıması imkânsızdır. Hâlbuki binaların içinde bulunan ve koskoca binayı taşıyan kolonlar ve kirişler de kumdan oluşmuştur ama görüleceği gibi büyük yükler taşımaktadırlar.

Diyeceksiniz ki kolonların içinde bulunan kumları birbirine bağlayan çimento vardır. Ayrıca demirler konmuş, kolonun dik durmasını ve yük taşımasını sağlamaktadır.

Evet doğrudur… İşte sosyal yapının da bir beton kolon veya kirişi gibi yük taşıması mümkündür ama aşağıda vereceğim formülleri iyi anlamak şartıyla…

Şair onun için; “Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” demesi bundandır.

Noktanın bir hareket gösterebilmesi onun bir şeye inanmasıyla mümkündür. Bu inanç hak inancı İslam yada yanlış şeylere inanç da olabilmektedir. Ben hiçbir şeye inanmıyorum diyen insanın da bir takım batıl şeylere (13 rakamının uğursuzluğuna, baykuş ötmesine, köpek ulumasına…) inanması mümkündür. İşte bu batıl şeyler onun dini olmaktadır.

İnanan insan (özellikle İslama inanalar) artık etrafıyla ilgilenmeye başlamakta, bir taraftan mutluluk duyabilmesi için kendi inancını taşıyan insanları ararken, diğer taraftan da inancını etrafındakilere yaymaya çalışmaktadır. İslami literatuarında yapılan bu işin adına “tebliğ (duyurma)”denir. İşte bu, noktanın hareketi olarak karşımıza çıkmaktadır.

İlk formülümüz hatırlayacak olursak; …… insan + iman = Müslüman .... demiştik.

Kabına sığmayan bu hareketli insanlar, Allah’tan başka artık bir şeyden korkmazlar ve bütün Cihana meydan okuyabilirler. Giderler, Kabe’nin yanında duran bütün müşriklere karşı Kur’an-ı Kerimi okurlar. Hatta onlar, bunun kulaklarını ve burnunu kesseler bile…

Bu gün Müslümanlar bazı tabulardan çekiniyor ve korkuyorlar diyecek olursanız, bu onların inançlarının tam ve kâmil olmadığından kaynaklanmaktadır.

İLİM VE NEFİS TERBİYESİ

İlim bir umman (okyanus), en âlim bir insan ise o ummandan ancak bir damla alandır”  esasını alarak  “Müslüman, Beşikten mezara kadar ilim öğrenmeye çalışandır” Hadis-i Şerifi, doğru bir kabul olacaktır.

Yaratıcımız, insanın içine bir “nefis (benlik duygusu)” yerleştirmiş ve insanın kendi nefsiyle mücadele etmesini istemiştir.

Nefis terbiyesi, bir başka kardeşini kendi nefsine tercih etmek, Allah için yapılacak mücadelelerde (hak’kın hâkim olması ve zulmün ortadan kalkması için) malından, gençliğinden, sıhhatinden, ilminden ve canından (bize verilmiş bulunan emanetlerden) vazgeçmek şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Yapılması istenen bu fedakârlıklar çok zor bir iştir. Bunu ancak nefsini terbiye etmiş olanlar başarabilirler. İkinci önemli husus ise “ilim öğrenmek” olsun, “nefis terbiyesi yapmak” olsun bir insanın (Müslüman’ın) kendi başına yapabileceği şeyler değildir. Bunlar için âlimlere ve Mürşid-i Kamil şeyh efendilere “intisap etmek (onun talebesi veya müridi, yani ailesinden olmak)” gerekmektedir.

İkici formülümüzü de hatırlayacak olursak; ...Müslüman + İntisap = Cemaat…idi.

SOSYAL GÜCE ERİŞME

Peygamberimiz, Mekke de zulüm gören Müslümanların, bundan kurtulmaları ve hak’kı hâkim kılma mücadelesini yapabilmeleri için onların güçlü olmalarını istedi. Onların başına geçerek (imam, reis, başkan) “biatlerini” aldı. Birinci ve ikinci Akabe biatleri ile Rıdvan biati bunun açık örneğidir.

Üçüncü formülümüz …. Cemaat + (Emire) biat = Ümmet …. olmaktadır.

Hemen bu olayların arkasından Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret ettiğini görmekteyiz. Çünkü Medine’de kendine biatli (emirlerine bağlı) Müslümanlar vardır ve onlarla İslam devletini kurabilmesi için kendisinin de “Hicret etmesi” gerekmektedir.

Dördüncü formülümüz  ….. Ümmet + Hicret = Devlet …. şeklini almaktadır.

Peygamberimizi vefatından sonra biatlerin, halifelerde (imamet makamına geçenler) devam ettiğini görüyoruz.

DÜNYA VE AHİRET SAADETİ

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye gelerek devletini kurunca orada ki Yahudi kabilelerle (Ben-i Kurayza, Ben-i Kaynuka gibi) antlaşmalar yaptı. Bir taraftan da “Medeni (ahkâm) ayetleri” doğrultusunda devletin kanunlarını vazetmeye başladı.

Ordusunu kurdu. Mekke müşrikleri ile savaşlar yapmaya başladı. Bilindiği gibi ilk savaş “Bedir harbi” idi. Sonra sırasıyla “Uhut savaşı, Hendek savaşı, Mekke’nin fethi vb” savaşlar yaptı. Müşriklerle “Hudeybiye anlaşmasını” yaptı.

“Bir gün gelecek Sana’dan Hadramuta (arası çok uzak iki ülke) giden bir kervan, kurt korkusundan başka korku taşımayacak” deniyordu. Sahabe-i Kiram “Biz o günleri gördük” demektedirler.

Bu, İslam devletinde insanların (Müslüman olsun veya olmasın o idare altında yaşayan bütün insanların) kendilerini emniyette olduğunu hissetmesidir. Bir insanın kendini emniyette hissetmesi ise onun saadetini (mutluluğunu) doğurmaktadır.

Olaylara ait son formülümüz, …. Devlet + Cihat = Dünya ve ahiret saadeti

İşte Hicret’in önü ve sonu bu şekilde cereyan etmiş, (bütün insanlığın hak’kı bulduğu) böyle mutlu bir olayın yaşanmasına sebep olan Hicret, bütün olayların önüne geçmiş ve hem de takvimin başlangıcı sayılmıştır.

 

Bu yazı 2644 defa okunmuştur .

Son Yazılar