Ülkemizde yıllardan beri süre gelen bir yanlış anlayış var. Bunu özellikle siyasilerimiz ve ılımlı İslam savunucuları kullanmakta bu yanlış görüşü topluma pompalamaktadırlar. Bu anlayış; “Efendim. Din ferdidir. Allah ile kul arasındadır. Din, ferde hitap eder ve onu muhatap alır. Din bir vicdan işidir…” şeklindedir.
Hâlbuki düşüncelerin şu şekilde rötuşlanması gerekmektedir. “İslam, Allah yapısıdır. Ben ise Allah’ın aciz bir kuluyum. İslam bana uyacak değildir. Ancak ben İslam’a uymaya mecburum. İslam’ı olduğu gibi kabul etmem, beni Müslüman yapar. İslam’a bir şeyler katmaya veya ondan bir şeyle çıkarmaya çalışmam, beni İslam’dan ayırır. Allah’ın benim için koydukları beğenmemiş ve (Allah korusun) İlahlık iddiasında bulunmuş olurum”
Allah son din İslam’ı öyle vazetmiştir ki, onun ferde (bireye) ait esasları olduğu gibi topluma ait esasları da bulunmaktadır. Topluma ait esasları olduğu gibi adına sistem, rejim veya nizam denilen insanların etrafını kuşatan ortamın da nasıl olması gerektiğine dair hükümleri vardır.
Yaşadığımız şu dünyada, ülke yöneticileri bir takım kanunlar çıkartarak insanların hareketlerini tanzim etmeye çalışmakta, bir suç ancak işlendikten sonra ona cezalar vermektedirler. Hâlbuki dinimiz, bir suç işlenmeden önce o suçun işlenmesini engelleyecek kurallar vazederek insanların ezilmelerini baştan önlemekte, onların haklarının korunmasını temin etmektedir. Bu ise ancak İslam’ın insanların iç âlemlerine (batınlarına) hitap etmesiyle mümkün olmaktadır.
DİNİN BOŞ BIRAKTIĞI ALAN YOKTUR
Dinimiz, zahire (hareketlerimize) hitap ettiği kadar batına (iç âlemimize) da hitap etmiş ve bizlerin o yönünü de tanzim buyurmuştur. Dinimizin hazarda (barışta) uygulanan bir takım kuralları da vardır, seferde (savaşta) uygulanacak kuralları da…
Özetle dinimizin “kapsam alanı” o kadar geniştir ki bu alan içerisinde fertler, toplumlar ve sistem için gerekli kuralları bulurlarken, “tesir (etki) sahası” da o kadar uzundur ki ferdin, toplumun ve sistemin zahir ve batınlarına da kurallar koymuştur.
Bir önemli konu da, İslam, kural ve kaideler insanlara hitap ederek onların hareketlerini tanzim ederken insanın, toplumun ve sistem de bu kurallara bir o kadar ihtiyaç duymalarıdır. Çünkü yaratıcımız, bizleri yaratırken bizim o kurallara ihtiyacımız olacak şekilde yaratmıştır.
Bir ayeti kerime de; “Biz, insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım…” buyurarak insanların ve cinlerin yaratılmasında amacın Allah’a ibadet etmek olduğu vurgulanmakta, bu amacın dışına çıkanların dünya ve ahret hayatlarında asla huzur ve mutluluk duyamayacakları açıklanmış bulunmaktadır.
Nitekim İslam’dan başka dinlere veya İzm’lere inanan ve ona bağlı olanlar kesinlikle huzur ve refaha kavuşamamaktadırlar. Çünkü bunlarda ahiret günü ile hayır ve şerre iman yoktur, kanaat yoktur. Huzur ve mutluluk, “ahiret inancına, hayır (iyilik) ve şerrin (kötülüğün) yaratıcısının Allah olduğuna inanmak ve tevekkülle (sabırla karşı koymak) sağlanırken, refahın da kanaatle (elindeki ile yetinmekle) olduğuna inanmakla” mümkün olduğuna inanmaktan geçtiğini bilmemektedirler.
Adam zengindir. Katları, yatları, yazlıkları, kışlıkları vardır. Yedikleri yemekten geriye bıraktıklarıyla belki bir mahalle insanı doyabilir. Ama aynı adam huzursuzdur. Eşi/oğlu/kızı, onu takmamakta kendi bildiklerine gitmektedirler. Bir gün bu adamın intihar ettiğini duymaktayız.
Kadın okumuştur, aydındır. Evinde hizmetçiler, arabalar, şoförleri bulunmaktadır. Kendisi gibi hanımlarla o parti (hanımların oyunlu, içkili toplantısı) benim, bu parti senin gününü gün etmektedir. Bir bakarsınız oğlu veya kızı, “bu hayata daha fazla dayanamayacağını…” bildiren bir mektupla ya intihar etmiş veya evini terk etmiştir.
MUTLULUK MANEVİYATLA SAĞLANIR
Anlatırlar ki, zengin bir ailenin reisi baba, hemen bitişiğinde ki fakir aileden sürekli gülüşmeler, şakrak sesler gelmesi üzerine onları ziyarete giderek; “Komşum… Siz de sürekli gülme ve kahkaha sesleri gelmektedir. Bunun sebebi nedir?” diye sorar. Komşu da;
“Ha… O sesler mi?” der. Bizim bir altıntopumuz var. O topu ben hanıma atarım, o bana atar. Bu esnada da bizden, sizin duyduğunuz sesler çıkmaktadır” der.
Adam zengin ya... Altıntopun sözü mü olur? Hemen sarrafa gider ve kendilerine bir altıntop hazırlamasını söyler. Akşam eve giderken de topu eline alarak götürür. Hanımına;
“Bak hanım. Meğer komşularımızın şen, şakrak halleri bir altıntop ile oynamaktan çıkıyormuş. Ben de bir tane yaptırdım. Artık bizim de altıntopumuz var. Haydi, onunla oynayalım” der.
Malum, altın ağır madenlerdir. Adam altıntopu hanımına atınca kadın topu tutamaz, top ayağına düşer ve kadının ayağı kırılır. Bunlar bir türlü becerip de evlerinde neşeyi sağlayamazlar.
Ertesi gün adam tekrar bitişik komşusuna giderek durumu anlatır. “Bizim ev, şimdi eskisinden daha kasvetli (üzüntülü)” der. Komşu gülümseyerek;
“Altıntop dediğim bizim küçük bebeğimizdir. Ben bebeği hanıma veririm, hanım bana verir. Böylece evimize tarifi imkânsız bir neşe dolar” der.